TÜRKİYE’Yİ ATEŞLEYECEK GÜÇ
Türkiye olağanüstü ve zor günler yaşıyor. Yanıbaşında patlak veren savaş, Türkiye’yi yeniden bir istikrarsızlık çemberinin içine sokacak mı? Savaş sona erdiğinde ülkemiz kendini hangi konumda ve ne durumda bulacak? Sokakta çok sıkça sorulan: “Ekonomiye neler olur?” sorusuna nasıl bir cevap vermek gerekiyor? Türkiye yine zarar gören taraf mı olacak? Yine bir krizin eşiğindemiyiz? İşte bütün bu soruların sorulmaması için yapılması gerekenler, dışa dönük önlemlerden öte içe dönük önlemlerin alınması, elimizi güçlendirecek adımların bir an evvel kararlılıkla atılmasıdır. Türkiye, gerek jeopolitik konumunun getirdiği dış istikrarsızlıklar, gerekse iç yapılanmasındaki aksaklıklar ve etkili olamayan yönetimlerin kötü idaresi yüzünden, kendisini uzun yıllardan beri süren bir kriz dalgasının içinde bulmuştur. Önerilen ve yapılması zorunlu hale gelmiş olan düzenleyici reformların, yavaş yapılması ya da yapımı sırasında aksaklıklar çıkması, beraberinde ağır maliyetler getirmiştir. Bu bağlamda, her ne kadar, bu krizlerin yaşanmasında dış etkenlerin varlığını öne sürebilsek de, iç politikalarda yapılan ve gözle görülen yanlışlar, krizlerin asıl kaynağı olmuştur.
Türk ekonomisi 90lı yıllardan günümüze kadar geçen süreçte, frekansı gittikçe artan kriz dalgalarına maruz kalmıştır. Bu krizlerde en öne çıkan nedenler, yüksek ve sürdürülemez iç borç dinamiği, kamu sistemindeki yapısal bozukluklar ve genel olarak istikrarsız yönetimler olmuştur. 1990 yılında kamu kesimi toplam borç stoku GSMH’nın yüzde 30’u iken, 2000’li yıllara geldiğimizde bu oran yüzde 70’lere kadar yükselmiştir. Borç stokundaki bu artışı genel olarak tetikleyen etkenler ise, faiz dışı kamu açıkları ve yüksek reel faizler olmuştur. Faiz dışı fazla oranları 1990 ve 2000 yılları arasında aşırı dalgalanmış, ve son olarak da 1995-2000 döneminde ortalama yüzde 0.1 fazla vermiştir. Reel faizlerin kamu borçlanması üzerinde yaptığı negatif etkinin sebebi ise bir başka borçlanma sorunu yüzündendir. 1994’den sonra kamu kesiminin açıklarını kapatmak adına yapılan net dış borçlanma, yapılanması henüz tamamlanmamış iç piyasalar üzerinde zararlı olmuş ve reel faiz oranlarının normal seviyesinin üzerine çıkmasına neden olmuştur. Yine bu on yıllık dönem incelendiğinde, reel faizlerin yükseldiği dönemde ekonomi durgunluk içine girmiş, GSMH büyümesi yavaşlamış, ve hatta 1994 ve 1999 yıllarında eksi değerlere kadar inmiştir. Yüksek iç ve dış borçlanmanın bir başka sebebi de, istikrarsız ve yüksek fiyat seviyesinin (enflasyonun), ülke risk primini yükselterek, reel faizlere yansımasıdır. Yüksek reel faizler kamu kesiminin daha fazla borçlanma ihtiyacının ortaya çıkmasına, bu ihtiyacın giderilmesi için yapılan borçlanma da yeniden reel faizlere yansıyarak borç-faiz kısır döngüsünün ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunun temelinde yatan ana etken ise, kamu maliyesinin iyi yapılamaması ve vergi sistemindeki, özellikle taban darlığından ve yüksek vergi matrahının olmasında doğan sebeplerden dolayı, oluşan istikrarsızlıktır. Verimsiz ve hantal bir kamu sektörünün varlığı, bu istikrarsızlığı besleyen en önemli unsur olmuştur. İstikrarsız bir ekonomi içerisinde yaşam mücadelesi veren yatırımcı ise, Türkiyenin potansiyel denge düzeyine gelebilmesi için gerekli yatırımı yapamamış ve bu durumda istihdama olumsuz olarak yansımıştır.
Türkiye’nin Cumhuriyet tarihinde yaşadığı en büyük krizlerden biri olan 21 Şubat 2001 krizinin altında yatan temel sebep, kamu açıkları ve yüksek iç/dış borçlanmadır, ancak bununla beraber mali sistemdeki bozukluklar da önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Türkiye’deki toplam mevduatının yaklaşık yüzde 40’ını elinde tutan kamu bankalarının, etkin olarak çalıştırılamaması, KOBİ’lere ve tarım sektörüne verilen kredilerin geri ödenmesinde oluşan zararların telafisinin yapılamaması yada geç yapılması, aşırı müdaheleci tutum ve bu bankaların temel görevleri dışında bazı fonksiyonlarla aşırı yüklenmeleri, kamu bankacılık sektörünü yaralamıştır. Bu noktada yapılan en büyük yanlışlardan biri kamu bankalarının likidite ihtiyaçlarını, kısa vadede, yüksek maliyetlerle iç piyasadan karşılamaları olmuş, bu durum da asıl etken olan yüksek borçların en büyük tetikleyicisi olan faizlere yansımış, ve faiz oranlarını yükseltmiştir. Yine yüksek faizlere bağlı olarak, kamu sektörünün borçlanma ihtiyacındaki artışı özel banka kuruluşları finanse etmeye başlamış, bu sebepten dolayı da, özel bankalar, özel sektörü ve ekonomiyi destekleyemez duruma gelmiştir. Bunların üzerine, yüksek enflasyon ve risk primi de eklendiğinde, Türk Lira’sına duyulan güven azalmış ve döviz alımları çoğalmıştır. Aynı zamanda iyi gitmeyen mali sistemden dolayı, bazı özel bankalar yüksek oranlarda, yurtdışı bankalardan borçlanma yapmışlar, ve bankalar yabancı para açık pozisyonlarını yükseltmişler, kur risklerine karşı çok daha duyarlı hale gelmişlerdir.
Bütün bu gelişmeler devam ederken 2000 yılında başlatılan, “Enflasyonla mücadele programı”, sıkı bir maliye politikasını, yapısal reformları, ve döviz çıpası uygulamalarını içeren bir çerçeveyle yürürlüğe konulmuştur. Program yürürlüğe girdiği tarihten itibaren faiz oranlarında önemli gerilemeler olmuş, enflasyonda önemli bir yavaşlama yaşanmaya başlamış, ve iç piyasalar canlılık gösterme eğilimine girmiştir. Ancak TL’nin aşırı değer kazanması, iç talebin beklenenin üzerine çıkması, enerji fiyatlarındaki dış kaynaklı artışlar yüzünden, cari işlemler açığı beklenenin üzerinde seyretmeye başlamıştır. 2000 yılının son yarısında, dış kaynak girişinin, gelişmekte olan piyasalarda yaşanan bazı aksaklıklardan dolayı azalması; bu azalmanın iç piyasada likidite sorunlarına yol açması; bu likidite sorunun da iç piyasada faizlerin yükselmesine yol açması, programın yabancı yatırımcılar tarafından sorgulanmasına yol açmıştır. Bazı bankaların, kısa vadeli faiz oranlarının yüksekliği, hisse senetlerinin aşırı değer kaybetmesi, ve portföylerinde yüksek miktarda devlet senetleri bulunmasından kaynaklanan risk yüzünden, riskli konuma gelmeleri sebebiyle TMSF’ye alınması Kasım 2000 krizini başlatmıştır. IMF’yle yapılan yeniden gözden geçirme çalışmalarıyla, biraz düzelme eğilimine giren piyasalar, Şubat ayında, Merkez Bankası’nın 7.6 Milyar dolarlık ani döviz talebine anında cevap verememesi ve likidite sıkışıklığı yaratarak, ödemeler sisteminin kilitlenmesine neden olması, medyamız tarafından “Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizi” olarak da nitelendirilen Şubat 2001 krizine maruz kalmıştır. Kriz sonrasında döviz çıpası uygulaması kaldırılımış, döviz kuru serbest piyasada dalgalanmaya bırakılmıştır.
Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri, o dönemki hükümet içerisinde bir takım değişikliklere neden olmakla beraber, acilen bir yapısal reform hareketine ihtiyacımız olduğunu da ortaya çıkarmıştır. Nedir bu reform hareketleri? Bugüne kadar ülkemizde iktidara gelen yönetimler neden bu reform hareketlerini yapmakta gecikmişlerdir? Bu gecikmenin bize maliyeti neler olmuştur? Türkiye-AB ilişkileri bu reformlar sonrası gelişebilir mi? Bütün bu soruların cevapları tek tek bir araştırma konusu olabilecek kadar geniştir. Ancak bütün bu soruların tekrar sorulmaması için yapılması gereken ise acil bir yapısal reform sürecine girilmesidir.
Türkiye 1980 öncesinde içe dönük bir kalkınma modeline ve kapalı bir ekonomiye sahipti. Ancak bu tip bir ekonomik yapılanma, Türkiye’nin dinamik yapısına, ve artık o yıllarda oluşmaya başlayan dünya konjonktürüne uymadığından dolayı, bu sistem artık daha fazla devam edemez duruma gelmişti. Türkiyedeki reform hareketliliği işte bu sistem tıkanıklığıyla başlamış, ilk olarak piyasa ekonomisi geliştirilmeye başlanmış, ekonomi dış ticarete açılmış, sermaye piyasaları başlatılmış, ve fiyat mekanizması etkin hale getirilmişti. Ekonomi üzerindeki devlet egemenliği azaltılmaya başlatılmıştı ve bu deregülasyonun başlıca sebebi olarak da, ekonomik yapılanma içerisinde devletin çeşitli hatalar ya da bürokratik engellerden dolayı, ekonomik kaynakları etkin olarak kullanamaması gösterilmekteydi. Bu dönemde ekonomide köklü değişiklikler yaşanmaya başlamış, rekabete dayalı bir ekonomi oluşturulmuş, oluşan monopollerin önü kesilmeye başlanmış, ticaretin yapıcı ve refah yaratıcı etkileri hissedilmeye başlanmıştır. Ancak çeşitli dış faktörlerin Türkiye ekonomisi üzerinde oluşturduğu negatif etkiler, zamanında sezilememiş, ve etkin olamayan yönetimlerin ekonomi alanındaki başarısızlıkları Türkiye’yi uzun süren bir makro-ekonomik istikrarsızlığa ve kronik enflasyona maruz bırakmıştır. Son yirmi yılda yapılan reformlar ise tam olarak gerçekleştirilemediğinden, bu istikrarsızlığı ortadan kaldırmaya yetmemiştir ve ekonomimiz kırılgan halini hala devam ettirmektedir.
Artık kendimize sormamız gereken sorular bizi çözüme götürecek sorular olmalıdır. Ülke ekonomimizi bu kırılganlıktan nasıl kurtarabiliriz? Hangi reformların yeniden etkin bir şekilde ele alınması gerekmektedir? Reformlar başarılı olursa kazanımlar ne olur? Yeniden başarısızlıklar ya da yavaş uygulamalarla karşılaşılırsa maliyetler neler olur? Bu soruların yanıtlarını vermeden önce yapılması gereken reformları ve reform önerilerini genel olarak şöyle sıralayabiliriz:
· İstikrarlı bir büyüme yakalamak, ve bunun için gerekli olan makro ekonomik önlemleri almak: Bankacılık sektörünün düzenlenmesi, istikrarlı mali yönetim; para politikasının değiştirilmesinin gerekliliği; devletin ekonomiden çekilerek iyi çalışan bir piyasa ekonomisinin işletilmesi; iyi ve etkin yönetilen bir kamu finansmanı; bağımsız ve özerk bir Merkez Bankası kanalıyla belirlenen istikrarlı bir fiyat politikası; vergi tabanın yayılması ve oranlarının aşağı çekilmesi; yabancı yatırımın özendirilmesi ve ülke içine çekilmesi
· Avrupa Birliğine üyelik sürecini de hızlandıracak bir dizi önlemler serisinin acilen alınması:Ekonomik ve sosyal konseyin güçlendirilmesi; rekabeti sağlayan ve koruyan, kamu ihalelerin şeffaflaşmasını garanti eden kanun tasarılarının yapılması; kamu kurumları ve bakanlıklar arasındaki uyum sorunun çözümü ve koordinasyonun sağlanması; ortak tarım politikalarının yürütülmesi; malların, sermayenin ve kişilerin serbest dolaşımı konularında iç tüzük çalışmalarının yapılması
· Düzenleme ve denetleme kurum ve kurullarının geliştirilmesi ve bağımsız hale getirilmesi: düzenleme mekanizmasında kalite arttırımı (özellikle enerji ve bankacılık sektöründe)
· Daha sağlıklı ve etkin bir rekabet sistemi oluşturulması ve sektörel düzenlemelere gidilmesi: Özellikle enerji, telekomunikasyon sektöründe düzenlemelere gidilmesi ve bu sektörlerle çalışan düzenleme ve denetleme kurumlarının önündeki politik, bürokratik engellerin kaldırılması;
· Devletin, kamu sektörünün şeffaflığının arttırılması, yapılan reformlar hakkında kamuoyuna tam bilgi vermek yoluyla kamuoyunun tam desteğinin alınması
· Ekonomik etkinliğini kaybetmiş yada genel ekonomik düzene zararlı olan rekabete aykırı olan devlet tekellerinin kaldırılması ve etkili olacak, devletin denetlemesini de elinden bırakmadığı bir özelleştirme süreci gereklidir. Kamu tekelleri üzerinde, devlet, rekabet politikasının ağırlığını ortaya koymalı ve denetleme mekanizmasını devreye sokmalıdır.
· Ticareti özendirici çeşitli yapılanmalarının hazırlanması ve yapılan ikili anlaşmaların, tercihli anlaşmaların üreticiye iyi anlatılması, ve dış ticaret üzerindeki gereksiz kısıtlamalarının kaldırılması
Etkili ve iyi işleyen bir reform sürecinin başlatılması, ve bu süreç içerisinde iyi bir denetleme ve sonuca en çabuk ulaşabilecek önlemlerin alınmasıyla, reformlar gerçekleştirebilirse, ekonomimiz dış etkilere daha az kırılgan hale gelebilcek ve ekonomimiz büyük dalgalanmalar yaşamayacak, krizlere daha az maruz kalacak ve hatta “kriz” ekonomik literatürümüzden kalkabilecektir. Bu reformların başarısı, sadece bu hedefleri koymakla olamaz. Yapısal reformların başarısı, ortaya koyulan hedeflerin, iyi uygulanması ve icrasıyla gerçekleşir. Türkiye’de bugüne kadar bu tip reform hareketlerinin hezimete uğramasının nedeni işte bu uygulama ve icra sürecindeki aksaklıklardan kaynaklanmıştır. Türkiye, kendine benzer ekonomiler arasında, reform hareketlerini en yavaş yapan ülkelerden biridir. Bu yavaş uygulamalarından kaynaklanan başarısız reform hareketleri ülke ekonomisinde ağır maliyetler oluşturmuştur. Bu maliyetlerde kolayca tahmin edebileceği gibi devam edecek bir istikrarsızlık ve krizlere maruz kalacak bir ekonomi demektir. Ancak Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri, artık halkımızı da bu konuda uyandırmış, 3 Kasım 2002 seçimlerinde ise ortaya çıkan seçim tablosu bu eylemlerin ve uygulamaların artık tek elden yürütülmesi gerekliliğin ortaya çıktığının bir ispatı olmuştur.
Türkiye zor ve kötü günler yaşıyor olabilir. Türkiye jeopolitik konumu gereği sık sık dış olumsuzluklarla uğraşmak zorunda da kalabilir. Ancak içimizdeki aksaklıklar ve eksiklikler giderilmedikçe bir başarıdan, bir kazanımdan bahsetmek bizler için güç olacaktır. İç mekanizmalarını etkin bir şekilde işleten, iç yapılanmasını tamamlamış, dinamik ve güçlü bir ekonomiye sahip olan bir Türkiye, dışdan gelebilecek her türlü olumsuz etkiye karşı kalkanlarını kaldırmış olacaktır. Amacımız ekonomimizin kalkanlarını güçlendirmek olmalıdır, sığınaklara kaçmak değil.
Volkan Mühürcüoğlu
v_muhurcuoglu@hotmail.com